7 Temmuz 2023 Cuma

Tükürük

 İnatla yazmadığım zamanlarda neler geçmedi içimizden... Türlü kırıklardan sonra pandemiler, ölümler, görülmemiş hastalıklar, depremler, bir de ekonomik kriz, seçimler, seçimlerimiz. Göğsümüze oturan öküzü evcil hayvan belledik, tüm enerjimizi onu doyurmaya sarf ettik. Bunlarla uğraşırken bir deri bir kemik de kalmadık üstelik: İştahımız yerinde çok şükür. Dirhem dirhem etlerimiz tüm ayıpları örtmekte.

Belki otuzları aşınca verilen default bilgelik, belki sınırlarda uzun uzun dolaşmanın getirisi kayıtsızlık sayesinde çokça esnerken kısmen de esrimiş olsak gerek ki olaylara merkezden bakmanın tanıdıklığına çevreden bakmanın zenginliğini de ekledik. Altı değil, yedi renkli ve kesinlikle dikdörtgen formda değil tanıdığımız, bildiğimiz, klasik bir doğa olayı olan gökkuşağı renklerinin zihnimizin izdüşümünde tadını çıkarmaya kapı araladık. Çünkü yarın yoktu, içinde bulunduğumuz an vardı. Biz de kendi çapımızda savaşlardan çıkan boomer'lar olduk. Tarih hakikaten tekerrür ediyormuş, lakin birebir değil de netfilikş formatında diyelim.

Bu süreç içinde en çok tükürük mevzusu üzerinde durdum. Siz başka şekillerde de tanımlandırabilirsiniz ama ben toplu ortamlarda -ortam toz tuttu diye kimse kalmadıysa bile tozlanmaya fırsat bulamayan içimdeki kalabalığa karşı- nazik biriyimdir ve durumu tükürük olarak isimlendiriyorum. Şöyle ki; içinde yaşadığımız evler, şehirler, ülkeler ve son -sindirme açısından son, hakikat zaviyesinden ilk- olarak fani dünya boğazını gıcıkladığımız için bizi yerimizden oynatıyor ve tükürmeye hazırlanıyor. Kocaman benlik algımızın ırgalana ırgalana nihayetinde tükürüğe dönüşmesi kimin aklına gelirdi? Böyle kaçınılmaz durumdaki tek teselli yer çekiminin varlığı olsa gerek. Bir miktar tükürüğün sonsuza kadar sağa sola uçuşmak yerine toprağa düşecek ve karışacak; yine, yeniden bir mekanının olacak olması tıpkı tükürük gibi sıvımsı ve yapış yapış endişelere panzehir oluyor.

Büyükler "dünyada mekan, ahirette iman" demişler. Demek ki insanı dünyada en çok mekansızlık, ahirette de imansızlık bedbaht ediyor. Ki hakiki manalarını düşüne düşüne ikisi de aynı menzile varıyor. Neuzü billahi teala! 

17 Ekim 2020 Cumartesi

Birtakım Kırıklar

 Siz hiç beşinci metatars kemiğinizin avülsüyon bölgesini kırdınız mı bilmem. İki kelam arası böyle önemli bir bilgiyi ifşa etmediğiniz müddetçe acabalara da meyletmem. Zaten mevzu sizin değil benim metatars kemiğim. Konuya kırılmış kemiklerle başlamış isem vardır esbab-ı mucibesi.


Arasında uzun yıllar olan izlediğim iki dizide ortak bir tespit buldum. Çok samimi ve doğal gelişimli ilişkileri olan insanların zamanla birbirlerinden uzaklaşmalarının, bununla birlikte tam anlamıyla kopamamalarının temel sebebi günlük hayata dair gerçekçi paylaşımlar yapmaktan vazgeçmeleri olmuş.

-İyiyim. -Doğum günün kutlu olsun. -Geçmiş olsun. -Gözün aydın. -Bayramın mübarek olsun... ve saire.

Bu tür klişe diyalogların devamı zamanla içtenliği de öldürmüş haliyle. İçi boşalmış bir "sevgi" sözcüğü kalmış geriye.

Halbuki paylaşılsaydı o gün dalgınlıktan yanan yemek, evin içine hızlıca dalıp kapıyı çarptırarak öd kopartan rüzgar, bir türlü gelmeyen kargo, okunan kitaptaki çarpıcı bir paragraf, yolculukta kaybolan valiz, deniz kıyısında dalgaların kıyıya vurma sesinin dönüştüğü fikirler; tüm iyiyimlerin, tüm kutlamaların, tüm umut veren dileklerin sağlayacağından çok daha dürüst ve dürüst olduğu için gerçek ilişkiler devam ederdi.


Kimsenin kimsenin iyi niyetinden şüphesi olmasa gerek. Lakin iyi niyet, bağları devam ettirmek için değil, "bağ" kelimesini olumlu bir cümle içinde kullanabilmek için gerekli sadece.


Zehirleyici eylemlerle çepeçevre sarılmış daimi iyi niyet çekirdeği, kavramların özünü muhafaza eden gayretli tarafı da bir noktada pes ettiriyor.

Sonra kimse demesin ki "Eski günler ne güzeldi."

Tüm yolları denemiş olan gayretli taraf, hücrelerine varıncaya kadar incelemeye maruz bırakıldığı yüzyıllık yalnızlıklı "eski" tarifinden yalnızlığıyla değil, yüzyıllık tecrübesini kılavuz yaptığı kendisiyle çıkar.

Gittiğini zannederken kalanlar da maziyle eğlenip dursun.


Kırık bu yazının neresinde diyenler için; yazılar kırılmazlar. Kırık; kiminin bedeninde, kiminin kalbinde, kiminin zihninde, kiminin hayatında. Benim metatars kemiğim ise çoktan kaynadı.


27 Haziran 2019 Perşembe

Bazen

Bazen insanın çok istediği ve hiç istemediği şeyler olur hayatta. Havaifişekler gökyüzünde uçuşmaz yahut da bir nükleer bomba patlamaz. Her şey aynı görünürken bir şeyler başkalaşmıştır. Murakami'nin karakteriymişçesine birtakım vakalar yaşanır ve Godot da her zamanki gibi kendi işinin adamıdır.

Bazen insanın çok istediği ve hiç istemediği şeyler olur hayatta. Havaifişekler gökyüzünde uçuşmaz yahut da bir nükleer bomba patlamaz. Her şey aynı görünürken bir şeyler başkalaşmıştır. Murakami'nin karakteriymişçesine birtakım vakalar yaşanır ve Godot da her zamanki gibi kendi işinin adamıdır.

Bazen insanın çok istediği ve hiç istemediği şeyler olur hayatta. Havaifişekler gökyüzünde uçuşmaz yahut da bir nükleer bomba patlamaz. Her şey aynı görünürken bir şeyler başkalaşmıştır. Murakami'nin karakteriymişçesine birtakım vakalar yaşanır ve Godot da her zamanki gibi kendi işinin adamıdır.

Bazen insan 30 olur ve orada takılır kalır.


13 Ağustos 2018 Pazartesi

Neden Yazmıyorum?



Neden yazmadığımı açıklayan bir yazı yazıyor oluşumun saçmalığını göz ardı etmek zorundayım, ki hayatın genel işleyişi çoğunlukla akılla ifade edilemediğinden bu durum tam olarak bir saçmalık olarak da değerlendirilemez. Uzun bir cümle mi oldu? Kısacası, saçmalık olarak gözüken şeyin saçmalık olmadığını kanıtlamaya gayret ettim. Siz de derseniz ki, "Yoo, saçmalık değildi zaten", "Tamam işte, saçmalık değil," derim ben de. Bir saniye aptalca bakışırız, sonra o da geçer.

Neden yazmadığımı açıklayacaktım. Eminim bunun yanıtını çok merak etmiyorsunuzdur. Ben hiç etmiyorum. Nihayetinde konu benimle alakalı. Özne, tümleç, nesne, yüklem hepsi benim. Niçin merak edeyim? Gerçi sizin merak etmeme sebebiniz de muhtemelen özne-tümleç-nesne-yüklem dörtlüsünün gündeminizde olan başlıklar olmamasıdır. Ben merak etmiyorsam, siz de etmiyorsanız, böyle uzun açıklamaları neden yapıyorum? İş olsun diye. Evet, evet, bir kedi gördüm sanki. Şaka şaka, görmedim. Amacım belli başlıkta. Sorumun cevabını vermek. Bu kriz zamanında insan kendi sorup kendi cevaplıyor. Kendine yeterlilik önemli. Başkalarının beklentileri üzerine kat çıkmamak lazım.

Yaş ilerledikçe, herkeste farklı düşünce düzenlemeleri hasıl olur. Ben azalmaya yöneldim. Önceden çoğalmaya gayret ederdim. Beni yazmaya iten asıl sebep hüznümdü. Hüznümü irdelemek için, hüznümü bastırmak için saçaklı yazılar yazdım hep. Şimdilerde hüznümü kimliksizleştirme eğilimindeyim. Yazarsam adını koymuş olurum. Yazarsam her okuduğumda hatırlamış olurum. Bunun bana pozitif bir getirisi yok. Hem yazarken hem okurken ayrı zamanlarda aynı yerlerden kendimi bıçakladığımı bilirim. Oysa hayat ne kadar kıymetli. Kuşları kaçırmamalı insan. Bu sebeple, kendim için, kendimi tekraren bıçaklamamak için, özel defterlerime olsun sosyal mecraya olsun, not düşmüyorum. Hüznümün nasıl kocaman bir balon olduğunu, büyürken nasıl şekiller aldığını tanımlamıyorum. Onun yerine onu hayali iğnemle patlatıyorum. Bu sayede yakın geçmişteki hüzünlerimi pek hatırlayamıyorum. Parçacık halinde olduklarından mevcut durumuma baharat olabilirler ancak, sos değil.

Bundan sonra hiç mi yazmam hüzünlerimi? Yazarım belki, niye yazmayayım?

Bazen ilerlediğin yolda sapaklar görürsün. Oralardan ilerlersin. İlerlersin. Son vardığın yer bazen hiç bilmediğin bir yer olur, bazen de tanıdık mahallere ulaşırsın. O yerler tanıdık olsa bile sen o tanıdık mekanların tanıdığı kimse değilsindir artık. Yani hayatta geri dönüş yoktur. Hep ilerlersin.

8 Haziran 2017 Perşembe

Minimal 28 (sneak peek)

Az önce 28 oldum. Otuza son iki. Bıçaklar giriyor içime. Yoo, kötü bir şey olduğundan değil. İlk olduğundan. İlk kez 28 yaşına giriyorum. (yaşıMa değil, bana ait değil gibi.) İlk kez çoğu insanın eşik olarak değerlendirdiği bir mihenk taşına bu kadar yaklaşıyorum. İlkler hep korkutur insanı ya, öyle bir 28.

Umursamadığım yaşları geride bıraktım. İleride umursamamaya karar vereceğim yıllara doğru ilerliyorum. Bu kararı vereceğim; çünkü hayatıma dair alacağım başka köklü kararlar olmayabilir. Olmayabilir; çünkü her gün her değeri tüketiyoruz. Tüketirken kararlar nasıl kök salacak? En fazla üç gün suya koyar, seyr eyler, dördüncü gün çöpe atıveririz.

Minimal yaşamaya karar verdiğim günden beri -ki bu karar 28'den çok önce alındı- biriktirdiğim şeyleri azaltmaktayım. Anılar da buna dahil. İyi ya da kötü, gerçekten kayda değer olmayan olmayan anılarımı "hatır(a)lamıyorum"* pek. Saklanması çok lazım olmayan objelerimi saklamıyorum. Kısacası biriktirerek değil, ayıklayarak yaşamayı deniyorum.

Böyle bir karar almış olmamın en büyük nedeni, insan göçtükten sonra maddi/manevi varislerinin miras hususunda ne kadar çok zahmet çektiklerine dair yaptığım empati oldu. Neden böyle bir empatiye giriştiysem... Gerek fiziksel, gerek zihinsel eşyada yapacağım eziyeti azaltarak iyiliğimi çoğaltmayı istiyorum. Bir tek dua konusunda minimal olamam. Eziyetlerini azaltmaya gayret ettiğim tüm canlar inşallah sofistike olurlar bu konuda.

Evet, 28. Bu dünyaya eksi bir.

Minimal olma hakkımın kalmayacağı ileriye dair her tecrübe beni korkutuyor. Dünyaya daha derin kök salmam gerekecek de, ya koparılırken çok canım acırsa diye endişe duyuyorum bu miras meselesine ilave olarak.

Minimal tecrübelerin içine sıkışıp kalma ihtimali de korkutuyor. Çünkü minimal dediysek itidalli bir minimalizm. Vasatî ömür gibisi var mıdır?

Ne yapmalı bilmem.
Hatıralarım ve eşyalarım gibi düşüncelerimi de minimalleştirmeye başlayabilsem, ah!

(*h.)


17 Ağustos 2016 Çarşamba

Düşünmek



Önce bir şeyler yazmalıyım diye düşündüm, sonra ne yazayım diye düşündüm. Sonra o kadar çok şey düşünmüşüm ki, Saçmalıklar Ülkesi’nin Derinlikler Vadisi’nde kaybolup gitmişim. En son düşündüğümde “Hay, düşünmez olaydım!” diye düşünüyordum.


Şu düşünmek var ya, şu düşünmek; çok belalı bir şey. Çalkalanmış kolanın kapağını açınca kola fışkırmaya başlar hani, düşünmeye başlayınca da düşünmeyi düşünmediğin birçok düşünce hücum ediyor birden. Sonra sıraya koyamıyorsun o düşünceleri ve beyninde bir kargaşa çıkıyor. Düşünmekten nefret ettiğini haykırmak istiyorsun önce, ama sonra millet duyar rezil olurum diye düşünüp susuyorsun.


Bari bir işe yarasa düşünmek. Her düşünce başına para verseler mesela. Dünyanın en zengin insanı olma potansiyelim var. Ama yook, bu dünyada düşünen insana yer yook! Millet tırsıyor tabii.


Hani çok popüler bir filmin ilk gösterimine bilet almak için geç kalırsın, bir kişilik yer vardır sinemada, o da en kıytırık yerde, yani en önde ve en ortadadır. Milletin pire boyutunda gördüğünü sen deve boyutunda görürsün ve el âlemin aldırmadığı bu durum seni acayip rahatsız eder. İşte böyle bir şey düşünmek.


Orhan Veli bir çözüm bulmuş buna:

Düşünme,

Arzu et sade!

Bak, böcekler de öyle yapıyor.” demiş, ama nafile! Ben böcek olamam. Olmak da istemem zaten. Maazallah bir dikkatsizin pis ayakkabı tabanlarının altında can veririm falan…


En iyisi bu gerçekle yaşamak sanırım. Hem birilerinin düşünmesi gerekiyor bunca düşünmeyenin arasında. Hayatımı başka iradelerin insafına bırakacak kadar düşüncesiz değilim, ne de olsa. Düşündüm de, iyi ki de değilim.


19.10.2007


25 Mayıs 2016 Çarşamba

Ânı Yakalamak?

Şu anda, albayım, gecenin bir yarısı. Deniz kıyısında kumların üzerine serdiğim gazetelerin üzerinde oturuyorum. Kulağımda kulaklık, elimde dolmakalem; diğer elimle not defterimi sabitlemişim.  Çok sevdiğim yeşil bağcıklı kot ayakkabılarım, arka plandaki dalga sesleri, gözlerimi dinlendirmek için başımı biraz kaldırdığımda gördüğüm dansçı deniz... ve ben, albayım, hissetmek istediğim duyguların yüzeyselliğinde takılıp kalıyorum. Ne yapabilirim, nasıl başarabilirim? Ben bu hisleri hiç ama hiç düşünmeden nasıl yaşayabilirim? Fotoğrafını çekip kalbimin kırkıncı odasındaki sandığa kilitlemek istediğim ânların en mükemmel zaviyesini nasıl yakalayabilirim? Kaçırıyorum albayım. Yaşanamamış yaşanmışlıklarla dolu bir ömür sürüyorum.